Urban’ın toplarıyla da vursak kolay kolay yıkılmayacak bir film
04.03.2012 01:39:31
T
|
ürk
sinemasını yakından takip edenlerin uzun süredir heyecanla ve aynı zamanda da
pek çok ilki beraberinde getirmesi nedeniyle büyük bir merakla bekledikleri
Fetih 1453 filmi geçtiğimiz hafta 850 kopya ile gösterime girdi. Yapımcılığını
daha önce çektiği “Recep İvedik” dizisiyle büyük gişe başarıları yakalayan Faruk
Aksoy’un üstlendiği film 17 milyon dolar[1] gibi Türk sinemasında
eşine rastlanmamış bir bütçeyle çevrildi. Hazırlık aşaması ve çekim süreci ise
üç yılı buldu.
Konusunu
tarihten alan yapımlara karşı “sahiplenici bir tutumla” aşırı hassasiyet
gösteren bir toplumsal yapıya sahip olduğumuz için yorumlar ve eleştiriler de filmin ilk
gösterimiyle birlikte başladı. Ancak görünen o ki yine konusunu tarihten alan
ve son zamanlarda her bölümüyle ayrı bir tartışmanın fitilini ateşleyen
“Muhteşem Yüzyıl” dizisinin aksine Fetih 1453 filmi izleyiciler üzerinde
oldukça olumlu bir etki yarattı. Bunu,
“120” filminde de olduğu gibi, neredeyse tüm ortaöğretim öğrencilerinin
okulların yönlendirmeleriyle grup grup sinema salonlarına “akın ederek” bu
kuşatmaya destek olmalarından da anlamak mümkün. Bunun yanında yapımın teknik
kısımlarıyla ve tarihsel hatalarıyla ilgili olarak yapılan bazı olumsuz
eleştirilerin dışında, sinema eleştirmenlerden ve sosyal medyadan da ciddi
anlamda bir tepkinin yükselmemiş olması filmin genel anlamda başarılı
bulunduğunu kanıtlar nitelikte. Ancak her ne kadar genel izleyici
kitlesini memnun etmiş olsa da, filmin gerçekçi ve yapıcı bir tutumla ele
alınarak tarihi ve teknik açıdan değerlendirilmesi Türk sinemasının gelecekte
yapacağı tarih konulu çalışmalar açısından yararlı olacaktır.
İlk önce
belirtmekte fayda var ki, Hz. Peygamber’in İstanbul için söylediği sözlerin
aktarıldığı giriş sahnesi bir hayli şaşırtıcıydı ve fetih harekatının “manevi
temelinin” izleyicinin zihnine yerleştirilmesi bakımından yerinde bir
başlangıçtı. Ancak bu girişimin olayın siyasi ve jeopolitik konumunu vurgulayan
bir senaryo ile desteklenmemiş olması ne yazık ki “fetih hareketini dini bir
kimliğe bürüdürerek ‘sınırlamış’” ve İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin cihan
hakimiyeti iddiasındaki “stratejik önemini” geri plana itmiş.
Üzücüdür
ki, başka bir stratejik mesele olan topların yapımı da benzer bir şekilde tek
taraflı olarak işlenmiş. Bilindiği üzere İstanbul’un farklı zamanlarda farklı
ordularca defalarca kuşatılmış olmasına rağmen fethedilememiş olmasının en
önemli sebeplerinden biri hatta belki de tek sebebi dönemin toplarının ordularına
“yol açmak da güçsüz kaldığı” efsanevi Bizans surlarıydı. Tabii olarak filmde
en çok üzerinde durulan konulardan biri de buydu. Ancak Macar asıllı Urban’ın
Edirne’ye ulaşıncaya kadar yaşadığı maceranın ayrıntılı olarak gözler önüne
serilmesine rağmen II. Mehmet’in bilime ve bizzat içinde bulunduğu bilimsel
faaliyetlere pek yer verilmemiş olması özellilkle de top konusunda yaptığı
mühendislik çalışmalarından bahsedilmemesi ciddi bir eksiklik olarak kendini
göstermiş. Bu konu biraz daha dikkatle ele alınarak II. Mehmet’in kendi çalışmalarına
da yer verilseydi olay daha sağlam bir
zemine oturtulabilirdi.
Bu ve
benzeri eksiklikler can sıkıcı olsa da, Yeşilçam’ın meşhur tarihi filmleriyle
kafalarımıza kazıdığı “kahpe Bizans” imgesinin özenle devam ettirildiğini
görmek hepsinden daha kötüydü. Zira Urban’ın Bizans tarafından baskı altına
alındığı andan itibaren, aşina olduğumuz “entrikacı ırz düşmanı Bizans” imajına
Papa ve İmparator’un dansözlü yemekleriyle ve hamam sahneleriyle beraber “alemcilik”
de eklenmiş oldu. Her ne kadar Papa’nın ve İmparator’un bazı siyasi meselelerde
masum olmadıklarını bilsek de, Kanuni’nin malum dizi içerisinde yer verilen bir
takım “rahat tavırlarından” rahatsız olup ciddi tepkiler veren toplumumuzun Bizans’ı,
bilhassa da Hıristiyanlığı küçük düşürerek iyice itibarsızlaştıran bu
sahnelerde de aynı hassasiyeti göstermesi yerinde bir davranış olurdu. Öyle ki İslam
Hıristiyanlığı aslını yitirmiş olan bir din olarak görmekle beraber, onun hak
dinin basamaklarından/parçalarından biri olduğunu da kabul eder. Ayrıca Hıristiyanlığın
bu tür konulara İslam’dan çok da farklı bakmadığı bilinen bir gerçektir[2].
Hali
hazırda dini bir konu açılmışken II. Mehmet’in geride Bizans surlarının da boy
gösterdiği bir sahnede ordusunu ardına alıp namaz kıldırdığı bölümü de atlamamak
gerekir. Sahne askerlerin ve padişahın içinde yanan manevi ateşi göstermesi
bakımından güzeldi, özellikle de “Allahu Ekber” nidalarının İmparator’a kadar
ulaştığı an etkileyiciydi. Ne var ki fethin dini yönünü öne çıkaran bir filmde,
savaş anında hem de surlara bu denli yakınken “topluca” kılınan namazın daha dikkatlice işlenmesi umulurdu[3]. Bu bağlamda değinilmesi
gereken diğer bir önemli nokta da II.
Mehmet’in hocası olarak bildiğimiz Akşemseddin’in hemen herkesi şaşırtan ilginç
tavırlarıydı. Film içinde çok az yer verilmiş olması da hoş karşılanmayan
durumlardan biriydi. Zira doğrudan fetih hareketinde olmasa bile, bir
şehzadenin sultan, bir sultanın da Fatih olmasında büyük emeği olan bir
şahsiyetin bir kaç sahne ve replikle geçiştirilmiş olması; diğer hocası Molla
Hüsrev’den ise hiç söz edilmemesi yadırgandı. Diğer yandan 1898 yılında Hasan
Rıza tarafından yapılmış olan İstanbul’a giriş tablosunun birebir kopyası
olarak canlandırılan sahnede de Fatih’in at üzerinde, hocasının da yanında
dikelirken gösterilmesi Fatih’in Akşemseddin’e olan düşkünlüğüne ve saygısına
gölge düşürür nitelikteydi.
Eleştirilerde
adı sıkça geçen Ulubatlı Hasan ise, birazdan aşağıda da değinileceği üzere, pek
çok izleyicide hayranlık uyandırmakla birlikte kafalarda çokça soru işareti
bırakan bir karakter olarak öne çıktı. Bir kaç tarihi vesikanın dışında
neredeyse hiç bir kaynakta kendisinden söz edilmese de, bunca yıldır “Osmanlı
sancağını Bizans surlarına diken ve orada şehit olan” bir kahraman olarak
tanıdığımız Ulubatlı Hasan’ın, kendisi gibi kurgu olan topçu Urban’ın kızıyla yaşadığı
aşk herkesi şaşırttı.
Filmde
olayın tarihi yapısıyla uyuşmayan ve bunlarla beraber aktarılabilecek ufak
tefek daha pek çok şey olsa da, şu sıralar sıkça dile getirildikleri için “eksiklikler
ve hatalar kısmını” daha fazla uzatmanın gereği yok. Çünkü filmin sanatsal,
tarihi ve sosyolojik anlamda taşıdığı değerin yapılan hataları karşılayabilecek
düzeyde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hazırlık ve çekim sürecinin üç yıl gibi
oldukça uzun bir zamana yayılmasına rağmen doğrudan sinema üzerine yayın yapan
bir kaç süreli yayının dışında neredeyse hiç bir yerde film ile ilgili haberin yer
almamış olması, herşeyin en baştan ciddiye alınarak her türlü etkiden uzak, rahat
bir çalışma ortamının hedeflendiğini göstermesi açısından önemli. Bu
bağlamda oyuncuların, filmin önüne geçmemeleri amacıyla olsa gerek, çok fazla
ekrana yansımayan sanatçılardan seçilmiş olması da çekimlerde büyük bir kolaylık
sağlamış olmalı. Bununla beraber işin teknik boyutunda Truva ve Gladyatör gibi
savaş sahnelerinin gerçekçiliğiyle öne çıkmış başyapıtların aksiyon uzmanlarıyla
çalışılmış olması ve film müziklerinin Vendetta, Kırmızı Başlıklı Kız ve Robin
hood gibi pek çok yüksek bütçeli filmin unutulmaz bestecisi Benjamin Wallfisch‘e yaptırılması da bu
prodüksiyonun ne derece önemsendiğini gözler önüne sermesi açısından yeterli
olsa gerek. Tüm bunların yanında bazı mekanların tarihsel aktarımlara
dayanılarak yeniden inşa edilmesi, bunun olanaklı olmadığı sahnelerde ise, Türk
sinemasında çok fazla kullanılmasa da, Hollywood’un vazgeçilmez
hilelerinden biri olan ve daha çok “yeşil perde” diye bildiğimiz “bluebox” teknolojisinin
ustalıkla kullanılmış olması filmin değerini göstermesi adına atlanmayacak bir ayrıntı.
Yapılan
çalışmanın teknik açıdan güçlü bir duruş sergilemesi elbetteki tarihi anlamda
da başarılı olduğu anlamına gelmez ancak yine de “hata ve eksiklik” olarak
görülen kısımların “bunun bir sinema filmi” olduğu gerçeği göz önünde tutularak
değerlendirilmesinde fayda var. Malum olduğu üzere en çok göze batan şeylerden
biri Ulubatlı Hasan karakteri üzerine yapılmış olan “yorumlama” oldu. Evet
Ulubatlı Hasan II. Mehmet’in kılıç ustası değildi. Kuşatma sırasında bir aşk da
yaşamamıştı zira bilindiği kadarıyla Urban’ın bir kızı da yoktu. Ancak bu
hususta net bir bilimsel veri olmadığı için bunları tartışmak faydasız. Öyle ki
elimizde cımbızla tarihin içinden çekip çıkarabileceğimiz “tek bir Ulubatlı
Hasan” yok. Bu yüzden bunu eleştirirken o
gün elinde sancakla kulelere koşturan onlarca Ulubatlı Hasan olduğunu
unutmamak gerekir. Dolayısıyla, her ne kadar yaşadığı aşk dönem koşullarının sınırlarını aşsa da, “tek bir isim altında
yücelmiş onlarca kahramanın şeklini” tartışmanın çok da lüzumu olmasa gerek. Çünkü
bu bir kurgudur ve büyük yönetmen Pudovkin’in de bir çalışmasında[4] özellikle üzerinde durduğu
gibi, “kurgu yönetmenin en büyük silahıdır ve etkili biçimde kullanıldığı zaman
seyircinin dikkatini farklı alanlara dağıtarak olayların gelişiminin ‘kabartlı
olarak’ gösterilmesini sağlar”. Daha açık bir deyişle filmde ana olayın yanında
daha az önemli olaylar yaratılarak gerçek olay belirginleştirilebilir. Böylece
bir yandan seyircinin zihni açık tutulurken bir yandan da sıkılması engellenmiş
olur. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde “bu kişilik renklendirmesinin de” filmi
belgesel niteliğinden kurtararak hareketlilik ve heyecan kattığı gayet açık. Ayrıca
insanların film boyunca Discovery Channel’in “Nasıl Yapılır” isimli belgesel
dizisindeki gibi “topun nasıl döküldüğünün ayrıntılarını” izlemekten
hoşlanmayacağı da aşikar.
Bu
kurgu öğesinin yanında, II. Mehmet’in Konstantin’le surların önünde yüzyüze
görüştüğü; Eyüp Sultan’ın kabrinin yerinin tespit edildiği; şehre girildiği
esnada İmparator’un cesedinin getirildiği ve Fatih’in Ayasofya Kilisesi’ne
giderek halkla karşılaşma fırsatı bulduğu sahneleri de göze batan ve “tarihi
bilginin/kronolojinin hatalı aktarılması” olarak teşhis edilen diğer kısımlar
olarak ele almak da fayda var. Dönemin muhtelif kaynaklarına bakıldığında,
II. Mehmet ile Konstantin arasında her hangi bir görüşmenin söz konusu olmadığı;
Eyüp Sultan’ın kabrinin yerinin tespit edildiği ruhani olayın fethin
gerçekleşmesinden sonra yaşandığı(en azından genel görüş itibariyle böyle);
İmparator’un cesedinin Fatih’in emriyle yapılan uzun aramalardan sonra ancak bulunabildiği
ve Fatih’in Ayasofya’ya girdiğinde filmde gösterildiği gibi bir olayın
yaşanmadığı gayet açıktır. Burada ilk bakışta “kronolojinin ve bugüne
aktarılmış olan tarihi bilginin hiçe sayıldığı hatta daha sert bir ifadeyle
saptırıldığı” izlenimi oluşabilir ancak meseleye daha dikkatli bakıldığında bu
olayların fetih ile ilgili çok önemli mesajlar verdiğini görmek zor
olmayacaktır. Bu konuyu birazcık daha açacak olursak, hükümdarların
karşılaştığı anda her iki tarafın da sonsuz bir güvenle ve “hem kendileri hem
de ülkeleri adına ölümü göze alarak” birbirlerine meydan okuduklarını; Eyüp
Sultan ile ilgili sahnenin fethin manevi yönüne vurgu yaptığını; İmparator’un
cesedinin görüldüğü bölümün Fatih’in “savaşı savaş meydanında bırakan” kişiliğini
ve düşmanı da olsa insana olan saygısını yansıttığını; Ayasofya’da yaşanan olayda
da Fatih’in ağzından Osmanlı’nın gayri müslimlere ve geleceğin İstanbul’una nasıl
baktığını en açık şekliyle görmek mümkün. Zaman kavramı
bir kenara itilmiş olsa da, bu sahnelerin kuşatamanın “Osmanlı, İstanbul ve gayri müslimler” temelinde özetlenerek “fetih sonrasında yaşanacak hayat”
hakkında fikir vermesi açısından çok büyük bir önem taşıdığı açık. Eğer bu
olaylar “istenildiği gibi” zaman sıralamasına göre verilmiş olsaydı filmin
en azından 1 saat daha uzatılması gerekirdi. Eğer bu olaylar zaman sıralamasına
riayet etmek adına filme dahil edilmemiş olsaydı da olayın siyasi ve özellikle
de sosyal boyutunun aktarımı eksik kalırdı. Bu da onca emekle yapılmış olan bu
çalışmanın bir “savaş filmi” olarak kalmasına sebep olurdu.
Filmin
sanatsal ve tarihi yönünün yanında sosyal anlamda yarattığı etkiyi de atlamamak
gerekir. Bu ve benzeri yapımların insanların bugüne dek ısrarla sürdürülmüş
olan “ezbere dayalı tarih öğretimi” sebebiyle daha okul sıralarındayken soğuyup
uzaklaştıkları tarihe yeniden ısınabilmeleri için büyük bir fırsat sunduğunu unutmamak
lazım. Ayrıca toplumun hemen her kesimine hitap eden bir konu üzerine
şekillendirildiği için, filme gittiğimizde de bizzat şahit olduğumuz gibi, hayatında hiç sinemaya
gitmemiş olan, yaşlısından gencine milyonlarca insanı salonlara taşıması
açısından da büyük bir önem arz ediyor. Zira öğrenci biletininin bile 13 lira
olduğu bir ülkede insanların sinemaya gitmeleri için “gerçekten de iyi bir
sebepleri olması” gerekiyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde bu tür filmlerin, sayısız
insanın beyazperde ile tanışmasına vesile olduğunu ve sinema kültürünün oluşması
ile toplumun sanata olan bakışının gelişmesinde büyük yarar sağladığını kabul
etmek gerekir.
Sonuç
olarak özetlemek gerekirse, tarih ile sanatı birlikte sunan yapımların bu denli
ilgi görmesi ve sıradan bir izleyicinin bile “kendi bildiklerini” referans
alarak eleştirmeci bir tutum sergilemesi; sonrasında
da tatmin olmayarak “sorgulama çabası içine girmesi” artık toplumumuzun
yavaş yavaş da olsa “takvim yapraklarının” egemenliğinden kurtulmaya
başladığını gösteren önemli bir gelişme. Her ne kadar eksiklikleri ve hataları
olsa da bu tür çalışmaları eleştirirken daha “sağduyulu ve yapıcı” bir yaklaşımla
ele almak gelecekte geliştirilecek projelere de ışık tutacaktır. Böylece daha
güçlü ürünler ortaya konarak daha çok insanın kendi tarihiyle “ilgilenmesine”
ve doğal olarak daha çok insanın “kendi tarihini bizzat araştırma” ihtiyacı
hissetmesine olanak sağlanmış olacaktır. Bu yüzden filmi kuşatırken, yönetmeni
son Roma İmparatoru XI. Konstantin yerine koyup Urban’ın topları kadar sert eleştirilerle
darmadağın etmek yerine; filmin toplumsal açıdan sağladığı yararları göz önünde
bulundurup, hatalar ve eksiklikler konusunda daha insaflı bir tutum sergilemek,
hem Türk sineması adına, hem de tarihimizin beyazperdeye daha sağlıklı
yapımlarla yansıtılması adına yararlı olacaktır.
Bornova
[1] Yapımcı firmadan bu bütçeyi
doğrulayan bir açıklama yapılmamış olmakla birlikte aksi yönde bir açıklama da
yapılmamıştır. Filmin 8-10 milyon dolarlık bir yapım olduğu tahmininde bulunan eleştirmenler
de vardır.
[2] “ ’Zina etmeyeceksin’ dendiğini
duydunuz. Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam yüreğinde
o kadınla zina etmiş olur28. Eğer sağ gözün günah işlemene neden
olursa onu çıkar at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması bütün vücudunun
cehenneme atılmasından iyidir29. Eğer sağ elin günah işlemene neden
olursa, onu kes at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun
cehenneme gitmesinden iyidir30.” İncil, Matta’5.
[3] Kur’an’da, tehlike arz eden
durumlarda, özellikle de savaş alanlarında kılınacak namazlarla ilgili olarak
bir takım güvenlik önlemlerinden bashedilmiştir. “Ey Resulüm! Sen müminler
içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tabi
olarak namaza dursunlar ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye
vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan
diğer kısım gelsin, sana tabi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsunlar
ve silahlarını yanlarına alsınlar. Kafirler sizi silahsız ve teçhizatsız
vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler...” Kur’an-ı
Kerim, Nisa’102.
[4] Vsevolod İllarionovich Pudovkin, Sinemanın
Temel İlkeleri, Bilgi Yayınevi 1995.
___________________________________