26 Mart 2012 Pazartesi

Fetih 1453 (değerlendirme)

Bir Biletlik Eleştiri
Urban’ın toplarıyla da vursak kolay kolay yıkılmayacak bir film
04.03.2012 01:39:31 
T
ürk sinemasını yakından takip edenlerin uzun süredir heyecanla ve aynı zamanda da pek çok ilki beraberinde getirmesi nedeniyle büyük bir merakla bekledikleri Fetih 1453 filmi geçtiğimiz hafta 850 kopya ile gösterime girdi. Yapımcılığını daha önce çektiği “Recep İvedik” dizisiyle büyük gişe başarıları yakalayan Faruk Aksoy’un üstlendiği film 17 milyon dolar[1] gibi Türk sinemasında eşine rastlanmamış bir bütçeyle çevrildi. Hazırlık aşaması ve çekim süreci ise üç yılı buldu.
Konusunu tarihten alan yapımlara karşı “sahiplenici bir tutumla” aşırı hassasiyet gösteren bir toplumsal yapıya sahip olduğumuz için  yorumlar ve eleştiriler de filmin ilk gösterimiyle birlikte başladı. Ancak görünen o ki yine konusunu tarihten alan ve son zamanlarda her bölümüyle ayrı bir tartışmanın fitilini ateşleyen “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin aksine Fetih 1453 filmi izleyiciler üzerinde oldukça olumlu bir etki yarattı. Bunu, “120” filminde de olduğu gibi, neredeyse tüm ortaöğretim öğrencilerinin okulların yönlendirmeleriyle grup grup sinema salonlarına “akın ederek” bu kuşatmaya destek olmalarından da anlamak mümkün. Bunun yanında yapımın teknik kısımlarıyla ve tarihsel hatalarıyla ilgili olarak yapılan bazı olumsuz eleştirilerin dışında, sinema eleştirmenlerden ve sosyal medyadan da ciddi anlamda bir tepkinin yükselmemiş olması filmin genel anlamda başarılı bulunduğunu kanıtlar nitelikte. Ancak her ne kadar genel izleyici kitlesini memnun etmiş olsa da, filmin gerçekçi ve yapıcı bir tutumla ele alınarak tarihi ve teknik açıdan değerlendirilmesi Türk sinemasının gelecekte yapacağı tarih konulu çalışmalar açısından yararlı olacaktır.
İlk önce belirtmekte fayda var ki, Hz. Peygamber’in İstanbul için söylediği sözlerin aktarıldığı giriş sahnesi bir hayli şaşırtıcıydı ve fetih harekatının “manevi temelinin” izleyicinin zihnine yerleştirilmesi bakımından yerinde bir başlangıçtı. Ancak bu girişimin olayın siyasi ve jeopolitik konumunu vurgulayan bir senaryo ile desteklenmemiş olması ne yazık ki “fetih hareketini dini bir kimliğe bürüdürerek ‘sınırlamış’” ve İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin cihan hakimiyeti iddiasındaki “stratejik önemini” geri plana itmiş.
Üzücüdür ki, başka bir stratejik mesele olan topların yapımı da benzer bir şekilde tek taraflı olarak işlenmiş. Bilindiği üzere İstanbul’un farklı zamanlarda farklı ordularca defalarca kuşatılmış olmasına rağmen fethedilememiş olmasının en önemli sebeplerinden biri hatta belki de tek sebebi dönemin toplarının ordularına “yol açmak da güçsüz kaldığı” efsanevi Bizans surlarıydı. Tabii olarak filmde en çok üzerinde durulan konulardan biri de buydu. Ancak Macar asıllı Urban’ın Edirne’ye ulaşıncaya kadar yaşadığı maceranın ayrıntılı olarak gözler önüne serilmesine rağmen II. Mehmet’in bilime ve bizzat içinde bulunduğu bilimsel faaliyetlere pek yer verilmemiş olması özellilkle de top konusunda yaptığı mühendislik çalışmalarından bahsedilmemesi ciddi bir eksiklik olarak kendini göstermiş. Bu konu biraz daha dikkatle ele alınarak II. Mehmet’in kendi çalışmalarına da yer verilseydi  olay daha sağlam bir zemine oturtulabilirdi.
Bu ve benzeri eksiklikler can sıkıcı olsa da, Yeşilçam’ın meşhur tarihi filmleriyle kafalarımıza kazıdığı “kahpe Bizans” imgesinin özenle devam ettirildiğini görmek hepsinden daha kötüydü. Zira Urban’ın Bizans tarafından baskı altına alındığı andan itibaren, aşina olduğumuz “entrikacı ırz düşmanı Bizans” imajına Papa ve İmparator’un dansözlü yemekleriyle ve hamam sahneleriyle beraber “alemcilik” de eklenmiş oldu. Her ne kadar Papa’nın ve İmparator’un bazı siyasi meselelerde masum olmadıklarını bilsek de, Kanuni’nin malum dizi içerisinde yer verilen bir takım “rahat tavırlarından” rahatsız olup ciddi tepkiler veren toplumumuzun Bizans’ı, bilhassa da Hıristiyanlığı küçük düşürerek iyice itibarsızlaştıran bu sahnelerde de aynı hassasiyeti göstermesi yerinde bir davranış olurdu. Öyle ki İslam Hıristiyanlığı aslını yitirmiş olan bir din olarak görmekle beraber, onun hak dinin basamaklarından/parçalarından biri olduğunu da kabul eder. Ayrıca Hıristiyanlığın bu tür konulara İslam’dan çok da farklı bakmadığı bilinen bir gerçektir[2].
Hali hazırda dini bir konu açılmışken II. Mehmet’in geride Bizans surlarının da boy gösterdiği bir sahnede ordusunu ardına alıp namaz kıldırdığı bölümü de atlamamak gerekir. Sahne askerlerin ve padişahın içinde yanan manevi ateşi göstermesi bakımından güzeldi, özellikle de “Allahu Ekber” nidalarının İmparator’a kadar ulaştığı an etkileyiciydi. Ne var ki fethin dini yönünü öne çıkaran bir filmde, savaş anında hem de surlara bu denli yakınken “topluca” kılınan namazın  daha dikkatlice işlenmesi umulurdu[3]. Bu bağlamda değinilmesi gereken diğer bir önemli nokta da  II. Mehmet’in hocası olarak bildiğimiz Akşemseddin’in hemen herkesi şaşırtan ilginç tavırlarıydı. Film içinde çok az yer verilmiş olması da hoş karşılanmayan durumlardan biriydi. Zira doğrudan fetih hareketinde olmasa bile, bir şehzadenin sultan, bir sultanın da Fatih olmasında büyük emeği olan bir şahsiyetin bir kaç sahne ve replikle geçiştirilmiş olması; diğer hocası Molla Hüsrev’den ise hiç söz edilmemesi yadırgandı. Diğer yandan 1898 yılında Hasan Rıza tarafından yapılmış olan İstanbul’a giriş tablosunun birebir kopyası olarak canlandırılan sahnede de Fatih’in at üzerinde, hocasının da yanında dikelirken gösterilmesi Fatih’in Akşemseddin’e olan düşkünlüğüne ve saygısına gölge düşürür nitelikteydi.
Eleştirilerde adı sıkça geçen Ulubatlı Hasan ise, birazdan aşağıda da değinileceği üzere, pek çok izleyicide hayranlık uyandırmakla birlikte kafalarda çokça soru işareti bırakan bir karakter olarak öne çıktı. Bir kaç tarihi vesikanın dışında neredeyse hiç bir kaynakta kendisinden söz edilmese de, bunca yıldır “Osmanlı sancağını Bizans surlarına diken ve orada şehit olan” bir kahraman olarak tanıdığımız Ulubatlı Hasan’ın, kendisi gibi kurgu olan topçu Urban’ın kızıyla yaşadığı aşk herkesi şaşırttı.
Filmde olayın tarihi yapısıyla uyuşmayan ve bunlarla beraber aktarılabilecek ufak tefek daha pek çok şey olsa da, şu sıralar sıkça dile getirildikleri için “eksiklikler ve hatalar kısmını” daha fazla uzatmanın gereği yok. Çünkü filmin sanatsal, tarihi ve sosyolojik anlamda taşıdığı değerin yapılan hataları karşılayabilecek düzeyde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hazırlık ve çekim sürecinin üç yıl gibi oldukça uzun bir zamana yayılmasına rağmen doğrudan sinema üzerine yayın yapan bir kaç süreli yayının dışında neredeyse hiç bir yerde film ile ilgili haberin yer almamış olması, herşeyin en baştan ciddiye alınarak her türlü etkiden uzak, rahat bir çalışma ortamının hedeflendiğini göstermesi açısından önemli. Bu bağlamda oyuncuların, filmin önüne geçmemeleri amacıyla olsa gerek, çok fazla ekrana yansımayan sanatçılardan seçilmiş olması da çekimlerde büyük bir kolaylık sağlamış olmalı. Bununla beraber işin teknik boyutunda Truva ve Gladyatör gibi savaş sahnelerinin gerçekçiliğiyle öne çıkmış başyapıtların aksiyon uzmanlarıyla çalışılmış olması ve film müziklerinin Vendetta, Kırmızı Başlıklı Kız ve Robin hood gibi pek çok yüksek bütçeli filmin unutulmaz bestecisi  Benjamin Wallfisch‘e yaptırılması da bu prodüksiyonun ne derece önemsendiğini gözler önüne sermesi açısından yeterli olsa gerek. Tüm bunların yanında bazı mekanların tarihsel aktarımlara dayanılarak yeniden inşa edilmesi, bunun olanaklı olmadığı sahnelerde ise, Türk sinemasında çok fazla kullanılmasa da, Hollywood’un vazgeçilmez hilelerinden biri olan ve daha çok “yeşil perde” diye bildiğimiz “bluebox” teknolojisinin ustalıkla kullanılmış olması filmin değerini göstermesi adına atlanmayacak bir ayrıntı.
Yapılan çalışmanın teknik açıdan güçlü bir duruş sergilemesi elbetteki tarihi anlamda da başarılı olduğu anlamına gelmez ancak yine de “hata ve eksiklik” olarak görülen kısımların “bunun bir sinema filmi” olduğu gerçeği göz önünde tutularak değerlendirilmesinde fayda var. Malum olduğu üzere en çok göze batan şeylerden biri Ulubatlı Hasan karakteri üzerine yapılmış olan “yorumlama” oldu. Evet Ulubatlı Hasan II. Mehmet’in kılıç ustası değildi. Kuşatma sırasında bir aşk da yaşamamıştı zira bilindiği kadarıyla Urban’ın bir kızı da yoktu. Ancak bu hususta net bir bilimsel veri olmadığı için bunları tartışmak faydasız. Öyle ki elimizde cımbızla tarihin içinden çekip çıkarabileceğimiz “tek bir Ulubatlı Hasan” yok. Bu yüzden bunu eleştirirken o gün elinde sancakla kulelere koşturan onlarca Ulubatlı Hasan olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla, her ne kadar yaşadığı aşk dönem koşullarının sınırlarını aşsa da, “tek bir isim altında yücelmiş onlarca kahramanın şeklini” tartışmanın çok da lüzumu olmasa gerek. Çünkü bu bir kurgudur ve büyük yönetmen Pudovkin’in de bir çalışmasında[4] özellikle üzerinde durduğu gibi, “kurgu yönetmenin en büyük silahıdır ve etkili biçimde kullanıldığı zaman seyircinin dikkatini farklı alanlara dağıtarak olayların gelişiminin ‘kabartlı olarak’ gösterilmesini sağlar”. Daha açık bir deyişle filmde ana olayın yanında daha az önemli olaylar yaratılarak gerçek olay belirginleştirilebilir. Böylece bir yandan seyircinin zihni açık tutulurken bir yandan da sıkılması engellenmiş olur. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde “bu kişilik renklendirmesinin de” filmi belgesel niteliğinden kurtararak hareketlilik ve heyecan kattığı gayet açık. Ayrıca insanların film boyunca Discovery Channel’in “Nasıl Yapılır” isimli belgesel dizisindeki gibi “topun nasıl döküldüğünün ayrıntılarını” izlemekten hoşlanmayacağı da aşikar.
Bu kurgu öğesinin yanında, II. Mehmet’in Konstantin’le surların önünde yüzyüze görüştüğü; Eyüp Sultan’ın kabrinin yerinin tespit edildiği; şehre girildiği esnada İmparator’un cesedinin getirildiği ve Fatih’in Ayasofya Kilisesi’ne giderek halkla karşılaşma fırsatı bulduğu sahneleri de göze batan ve “tarihi bilginin/kronolojinin hatalı aktarılması” olarak teşhis edilen diğer kısımlar olarak ele almak da fayda var. Dönemin muhtelif kaynaklarına bakıldığında, II. Mehmet ile Konstantin arasında her hangi bir görüşmenin söz konusu olmadığı; Eyüp Sultan’ın kabrinin yerinin tespit edildiği ruhani olayın fethin gerçekleşmesinden sonra yaşandığı(en azından genel görüş itibariyle böyle); İmparator’un cesedinin Fatih’in emriyle yapılan uzun aramalardan sonra ancak bulunabildiği ve Fatih’in Ayasofya’ya girdiğinde filmde gösterildiği gibi bir olayın yaşanmadığı gayet açıktır. Burada ilk bakışta “kronolojinin ve bugüne aktarılmış olan tarihi bilginin hiçe sayıldığı hatta daha sert bir ifadeyle saptırıldığı” izlenimi oluşabilir ancak meseleye daha dikkatli bakıldığında bu olayların fetih ile ilgili çok önemli mesajlar verdiğini görmek zor olmayacaktır. Bu konuyu birazcık daha açacak olursak, hükümdarların karşılaştığı anda her iki tarafın da sonsuz bir güvenle ve “hem kendileri hem de ülkeleri adına ölümü göze alarak” birbirlerine meydan okuduklarını; Eyüp Sultan ile ilgili sahnenin fethin manevi yönüne vurgu yaptığını; İmparator’un cesedinin görüldüğü bölümün Fatih’in “savaşı savaş meydanında bırakan” kişiliğini ve düşmanı da olsa insana olan saygısını yansıttığını; Ayasofya’da yaşanan olayda da Fatih’in ağzından Osmanlı’nın gayri müslimlere ve geleceğin İstanbul’una nasıl baktığını en açık şekliyle görmek mümkün. Zaman kavramı bir kenara itilmiş olsa da, bu sahnelerin kuşatamanın “Osmanlı, İstanbul ve gayri müslimler” temelinde özetlenerek “fetih sonrasında yaşanacak hayat” hakkında fikir vermesi açısından çok büyük bir önem taşıdığı açık. Eğer bu olaylar “istenildiği gibi” zaman sıralamasına göre verilmiş olsaydı filmin en azından 1 saat daha uzatılması gerekirdi. Eğer bu olaylar zaman sıralamasına riayet etmek adına filme dahil edilmemiş olsaydı da olayın siyasi ve özellikle de sosyal boyutunun aktarımı eksik kalırdı. Bu da onca emekle yapılmış olan bu çalışmanın bir “savaş filmi” olarak kalmasına sebep olurdu.
Filmin sanatsal ve tarihi yönünün yanında sosyal anlamda yarattığı etkiyi de atlamamak gerekir. Bu ve benzeri yapımların insanların bugüne dek ısrarla sürdürülmüş olan “ezbere dayalı tarih öğretimi” sebebiyle daha okul sıralarındayken soğuyup uzaklaştıkları tarihe yeniden ısınabilmeleri için büyük bir fırsat sunduğunu unutmamak lazım. Ayrıca toplumun hemen her kesimine hitap eden bir konu üzerine şekillendirildiği için, filme gittiğimizde de bizzat şahit  olduğumuz gibi, hayatında hiç sinemaya gitmemiş olan, yaşlısından gencine milyonlarca insanı salonlara taşıması açısından da büyük bir önem arz ediyor. Zira öğrenci biletininin bile 13 lira olduğu bir ülkede insanların sinemaya gitmeleri için “gerçekten de iyi bir sebepleri olması” gerekiyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde bu tür filmlerin, sayısız insanın beyazperde ile tanışmasına vesile olduğunu ve sinema kültürünün oluşması ile toplumun sanata olan bakışının gelişmesinde büyük yarar sağladığını kabul etmek gerekir.
Sonuç olarak özetlemek gerekirse, tarih ile sanatı birlikte sunan yapımların bu denli ilgi görmesi ve sıradan bir izleyicinin bile “kendi bildiklerini” referans alarak eleştirmeci bir tutum sergilemesi; sonrasında da tatmin olmayarak “sorgulama çabası içine girmesi” artık toplumumuzun yavaş yavaş da olsa “takvim yapraklarının” egemenliğinden kurtulmaya başladığını gösteren önemli bir gelişme. Her ne kadar eksiklikleri ve hataları olsa da bu tür çalışmaları eleştirirken daha “sağduyulu ve yapıcı” bir yaklaşımla ele almak gelecekte geliştirilecek projelere de ışık tutacaktır. Böylece daha güçlü ürünler ortaya konarak daha çok insanın kendi tarihiyle “ilgilenmesine” ve doğal olarak daha çok insanın “kendi tarihini bizzat araştırma” ihtiyacı hissetmesine olanak sağlanmış olacaktır. Bu yüzden filmi kuşatırken, yönetmeni son Roma İmparatoru XI. Konstantin yerine koyup Urban’ın topları kadar sert eleştirilerle darmadağın etmek yerine; filmin toplumsal açıdan sağladığı yararları göz önünde bulundurup, hatalar ve eksiklikler konusunda daha insaflı bir tutum sergilemek, hem Türk sineması adına, hem de tarihimizin beyazperdeye daha sağlıklı yapımlarla yansıtılması adına yararlı olacaktır.

Bornova


[1] Yapımcı firmadan bu bütçeyi doğrulayan bir açıklama yapılmamış olmakla birlikte aksi yönde bir açıklama da yapılmamıştır. Filmin 8-10 milyon dolarlık bir yapım olduğu tahmininde bulunan eleştirmenler de vardır.
[2] “ ’Zina etmeyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam yüreğinde o kadınla zina etmiş olur28. Eğer sağ gözün günah işlemene neden olursa onu çıkar at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması bütün vücudunun cehenneme atılmasından iyidir29. Eğer sağ elin günah işlemene neden olursa, onu kes at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, bütün vücudunun cehenneme gitmesinden iyidir30.” İncil, Matta’5.
[3] Kur’an’da, tehlike arz eden durumlarda, özellikle de savaş alanlarında kılınacak namazlarla ilgili olarak bir takım güvenlik önlemlerinden bashedilmiştir. “Ey Resulüm! Sen müminler içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tabi olarak namaza dursunlar ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tabi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsunlar ve silahlarını yanlarına alsınlar. Kafirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler...” Kur’an-ı Kerim, Nisa’102.
[4] Vsevolod İllarionovich Pudovkin, Sinemanın Temel İlkeleri, Bilgi Yayınevi 1995.
___________________________________

10 Mayıs 2011 Salı

Erozyon 2011

Beş bin yıllık mirası, 56 yıllık yarışmada harcayan ‘sadakatsizlik’

              Eurovision Şarkı Yarışması ilk olarak 1955 yılında, İsviçre’nin Lugano şehrinde düzenlendi. Amaç Avrupa Yayın Birliği (EBU) üyesi ülkeler arasında canlı yayın çalışmalarını yaygınlaştırmak ve kalite düzeyini arttırmaktı. Yayıncılık adına herşey arzu edildiği gibi gelişti; kısa sürede istenilen seviyeye ulaşıldı. Böylece yarışma asli görevini tamamlamış oldu. Sonrasında ise Avrupa devletleri arasındaki siyasi ilişkilere farklı bir boyut getiren, derecelendirmelerin hiçbir sanatsal temele dayanmadığı sahte bir organizasyona dönüştü.

 Her yıl olduğu gibi bu yıl da Eurovision heyecanı erken başladı. Önce TRT bilindik açıklamalarını yaptı. Hemen ardından da merakla beklenen şarkı televizyon ve internet kanalıyla Türk halkına sunuldu. Akabinde de sosyal paylaşım sitelerinde Müzik mahkemeleri kuruldu. Kimisi koşulsuz şartsız bağrına bastı, kimisi ise gürültülü buldu şarkıyı. Bazıları da vardı ki onlar da grubu beğenmediler. Toplumun temsil edildiği bir alanda duyarlı davranıp görüş bildirmek elbette ki güzel. Ancak üzerinde durulması ve eleştirilmesi gereken asıl konunun unutulmuş olduğu da acı bir gerçek.
Türk toplumu olarak, pek çok meselede olduğu gibi, bu olayı değerlendirirken de alışılmışın dışına çıkamadık, yine popüler olanın ötesine geçemedik. Uluslararası bir organizasyonda Türkiye Cumhuriyeti’nin niçin ‘İngiliz dili’ ile temsil edildiğini gerektiği gibi sorgulayamadık. Bu durumun, dil kavramının bir ülke için ne denli önemli olduğunu henüz kavrayamamış olmamızdan kaynaklandığını ileri sürmek çok da yanlış olmaz sanırım. Artık Türk toplumunun, dilin “insanların birbirleriyle iletişim kurmasını sağlayan doğal bir araçtır” şeklindeki teorik tanımının ardına geçmesi zorunludur. Dil en can alıcı ifadesiyle, “toplumlara özgünlük katarak farklılık yaratan kültür birikiminin nesilden nesile aktarımını sağlayan varlıktır”. Kuru insan kalabalığına “toplum vasfı” kazandıran en önemli değerlerden biridir. Günümüz toplumlarını ‘bilgi’ yönetmektedir ve bilgi ancak tecrübe ile sabit kılınabilmektedir. Bin yıl önce yaşanmış bir deneyimi ‘an’a aktarıp yeniden hayat veren varlıksa dilden başkası değildir. Bu doğrultuda Türkçe de, ne pahasına olursa olsun korunması gereken, Türk halkını özel yapan her ne varsa bizzat içinde barındıran, eşdeğeri olmayan kutsal bir hazinedir. Türkçe, Türk toplumunun acılarını, sevinçlerini, inançlarını ve hayat tecrübelerini etkin tutan bellektir. Bu belleğin zayıflatılmasına göz yummak, bu kıymetli birikimin elden kayıp gitmesine seyirci kalmaksa bedeli bağımsızlığın kaybedilmesiyle ödenecek kadar ağır olabilecek toplumsal bir suçtur.
Bugün Eurovision adıyla zihinlerimizde yaşanan erozyon, müziği politik çıkarlara alet eden, sanatsal anlamda kökü olmayan danışıklı bir oyundur. Ne var ki ülkemizde gereğinden fazla ciddiye alınmıştır ve bu bağlamda uluslararası sahada yaşanan siyasi ve kültürel başarısızlıklardan, bizi ayakta tutan öz değerimiz, Türkçe sorumlu tutulmuştur. Bu yıl da, beş bin yıllık bir miras, 55 yıllık bir yarışmada harcanarak ‘yüksek bir sadakatsizlik’ örneği sergilenmiştir; Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmut, Karamanoğlu Mehmet Bey, ve İsmail Gaspralı gibi nice Türkçe sevdalısı bir hiç uğruna yok sayılmıştır. 1932 yılında doğrudan Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla kurulan ve bugün Türk Dil Kurum olarak varlığını sürdüren Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluş amacını belirten “Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, O’nu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” ifadesi yazıldığı yerde kalmıştır.
Yazının başında da belirtildiği üzere Eurovision’un şu gün için hangi amaçlara hizmet ettiği açıktır. Organizasyonun kurucu ülkelerinden olan İtalya’nın bile bu rahatsız edici durumu protesto etmek için uzun süredir katılım göstermemesi de oldukça dikkat çekicidir. Olayı kınamak adına yarışmalardan çekilmek güçlü bir duruştur ancak resmi verilere göre yarışmayı her yıl ortalama ‘500 milyon kişinin canlı olarak’ izliyor olması Türkiye gibi tanıtım eksikliği olan ülkeler için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Yapılabilecek en iyi şey, herhangi bir derece hedeflenmeden, sadece, binlerce yıldır bin bir milletle yoğrulmuş olan medeniyetimize odaklanmaktır. İngiliz dilinden medet ummak yerine, başarı için gerekecek olan gücü ve enerjiyi doğrudan bu toplumun kalbinde aramaktır. Kendi öz dilimizde, çeşitli söz ve sahne oyunlarıyla renklendirilebilecek bir müzik çalışmasıyla, o an ekranları başında olan 140 ülkeden 500 milyon seyirciye 5 dakikalığına da olsa bu ruhu hissettirebilmektir.
Keşke 56. programın gerçekleştirileceği Almanya’da, 3 milyon vatandaşımıza kendi dillerinde seslenebilseydik, keşke onlara yıllardır eziyet çektikleri bir coğrafyada bu gururu yaşatabilseydik. Belki o zaman ne denli harika bir dilimiz olduğunu tüm dünyaya gösterebilmek adına düzenlediğimiz Türkçe Olimpiyatları daha anlamlı hale gelebilirdi; şarkısını söyleyebilmek için binlerce kilometre aşıp gelen Türkçe sevdalısı Afrikalı bir kızın “Eurovision’da niçin Türkçe okumuyorsunuz” sorusuna utançla cevap aramak zorunda kalmazdık.
27.02.2011-23:44:55
uşak

7 Mayıs 2011 Cumartesi

İnternetime değil, "keyfime dokunma"

Son günlerde parti liderlerinin nutuklarını dinlemekten bunalmıştık ki, gündem bir anda seçim meydanlarından dijital ortama kaydı. Bilindiği üzere ulusal ve uluslararası internet medyası bir süredir Türkiye'de durdurulan web yayınlarını konuşuyordu. Tam sular durulmak üzereydi ki Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu 22 Ağustosta yürürlüğe girmesinin öngörüldüğü filtre uygulamasını duyurdu. Böylece bir süre önce "internette sansüre hayır" sloganı altında birikmiş olan tepki, daha da büyüyerek önce sosyal ağları sardı; sonra da meydanlara sıçradı.

Bilindik ifadesiyle Türkiye'deki internet "sansürüne" girmeden önce ilk yayın durdurmalara ve onlara verilen tepkilere değinmekte fayda var. Zira Türk toplumunun olaya nasıl baktığının net olarak anlaşılabilmesi noktasında yarar sağlayacaktır. Bugüne kadar yüzlerce hatta binlerce internet sitesi çeşitli gerekçelerle çıkartılmış mahkeme kararlarıyla yayın durdurma cezasına çarptırıldı. Ancak bu durdurmalar, Mart 2007'de Atatürk'e ağır hakaret içeren videoların yayınına izin veren Youtube'un yayınının durdurulmasına kadar neredeyse hiç dikkat çekmedi. O güne kadar hiç kimsenin böylesine büyük bir video paylaşım ağının kapatılabileceğini düşünmediği açıktı. İlk etapta Atatürk'e hakaret gibi hassas bir mevzu olmasından dolayı mahkeme kararına sahip çıkılsa da Youtube'un söz konusu videoları kaldırmada yavaş davranması ve buna bağlı olarak sürecin uzaması, Youtube müptelalarının yavaş yavaş seslerini yükseltmelerine sebep oldu. Bir süre sonra Youtube yetkilileri ilgili videoları sildi ve erişim yasağı kaldırıldı. Ne var ki Türkiye, Youtube'un "umursadığı" ülkelerden değildi. Bu yüzden Ocak 2008'de ve Mayıs 2009'da da siteye erişim aynı gerekçeyle iki kez daha durduruldu. Ancak bu durdurmalarda internet kullanıcıları mahkeme kararının gerekçelerini bile sorgulamaksızın "internetin bilinçli olarak siyasi amaçlarla sansürlendiğini" savunmaya başladılar. Yasakların Youtube ile sınırlı kalmaması sosyal ağlarda hızla yayılan ve milyonlarca destekçi bulan bu görüşe destek oldu. Özellikle geçtiğimiz aylarda bir takım mali sebeplerden dolayı Youtube, Maps ve blog uygulamaları başta olma üzere pek çok Google hizmetinin durdurulması milyonlarca internet kullanıcısının tepkisini çekti. İnternette özgür düşüncenin yayılmasında yadsınamaz bir rolü olan blog uygulamalarının da erişimi durdurulan siteler içinde olması "bloguma dokunma" hareketini başlamasına sebep oldu. Yine aynı dönemde, ücretsiz bir müzik dinleme portalı olan Fizzy'nin de kapatılması internet dünyasında sanal bir deprem yarattı ve "yasakların doğrudan doğruya iktidarın isteğiyle" yapıldığı kanısını güçlendirdi. Güçlendirdi, çünkü insanlar sebeplerden ziyade durdurmalarla ilgileniyorlardı.

Bugün hayatımızda çok önemli bir yere sahip olan internet yayınlarının, özellikle de sosyal ağların "geçerli" sebeplerle de olsa yayınlarının durdurulması doğal olarak hoş değil ancak olayın siyasi iradenin bir sonucu olduğunu ilan edip erişim yasaklarını "gericilik, şeriat ve İranlaşmak" gibi ciddi iddialar ekseninde değerlendirmekte anlamsız. Youtube Atatürk'e hakaret içeren yayınlar nedeniyle, diğer Google uygulamaları ise Google'ın Türkiye'de vergi ödememesi sebebiyle yasaklanmıştı. Lastfm, Fizzy, Myspace ve Blogspot ise Müyap ve Digiturk'ün telif hakları ihlalleriyle ilgili yapmış oldukları suç duyurularının neticesinde durdurulmuştu. Kabul etmek gerekir ki, yasal gerekçeler dikkate alındığında ve telif hakları konusuna sağduyulu bir yaklaşım sergilendiğinde olayların "doğrudan hükümet kararı olarak" nitelendirilebilecek bir yanı kalmıyor. Buradan da şu sonuç çıkıyor ki, Türkiye'deki internet kullanıcısı "kişisel hak ve özgürlüklerin korunmasından ziyade" kişisel "keyiflerinin ve alışkanlıklarının" korunmasını istiyor. Örneğin, Digiturk, maçların kaçak olarak bloglar üzerinden yayınlanması sebebiyle Google'a bir dava açtı ve kazanarak erişimin durdurulmasını sağladı. Google bu yayınlar ilgili olarak çok uzun bir süre "hiçbir şey yapmadı" ama binlerce blog yazarı, Google'a isyan etmek yerine bundan Türk hukukunu sorumlu tutarak mahkemeleri "sansürcülükle" suçladı. Oysa ki Digiturk o yayınlar için federasyona yıllık 321 milyon$ ödemeyi taahhüt etmişti ve doğal olarak yayın haklarını "korumak zorundaydı". Müyap davaları ise internetten "bedava, daha açık bir ifadeyle çalıntı" müzik dinlemeyi seven kullanıcıların hoşuna gitmedi. Yine mahkemeler sansürcülükle ve özgürlük düşmanlığıyla suçlandı. Ancak iyi bilinmelidir ki, özgürlük, ilericilik ve çağdaşlık gibi değerler, bir şeylere izinsiz el koymak; hırsızlık yapmak gibi özgürlükler getirmez -ki zaten bunlara da özgürlük denmez.  Benzeri diğer bir olay da, bazı insanların kişilik haklarına yapılan saldırıların site yönetimince önlenmemesi sonucunda açılan davalar gereğince Ekşi Sözlük yayının durdurulmasıydı. Birisinin kendisine bakmasından bile rahatsız olarak "ne bakıyorsun" anahtar kelimesiyle kavga etmekten çekinmeyen Türk insanın başkasının kişilik hakları söz konusu olduğunda olayı bambaşka bir şekilde değerlendirebilmesi gerçekten çok takdire şayandır.


İnternet kullanıcılarının daha önceki yasaklara karşı vermiş oldukları tepkilere kısaca değindik. Şimdi bu bilgiler ışığında BTK'nın geçtiğimiz günlerde açıklamış olduğu "[sözde] zorunlu filtre" uygulamasını ve bu uygulamaya karşı verilen tepkileri değerlendirebiliriz. Elektronik Haberleşme Kanunu uyarınca çıkarılmış olan Tüketici Hakları Yönetmeliğinin, "İnternetin Güvenli Kullanımı" başlıklı 10. maddesine* dayanılarak düzenlenen ve 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek olan yeni uygulama, "isteyen kullanıcıların" "ücretsiz internet güvenlik paketi" kullanabilmesine olanak sağlıyor. Amaç, şu anda farklı internet sağlayıcıları tarafından 'ücretli' olarak sunulan güvenlik paketlerini, ilgili kanun gereğince kullanıcılara her hangi bir bedel ödemeksizin sunarak, "isteyenlere" "istedikleri oranda" güvenlik hizmeti sağlamak. Bu doğrultuda hazırlanan güvenlik paketlerinin 3'ü de, farklı düzeylerde önlemler içeriyor ve uygulama kesinlikle kullanım zorunluluğu getirmiyor. anlaşıldığı üzere her hangi bir paket seçmeyenlerin mevcut erişimlerinde hiç bir değişiklik olmayacak; Aile, Çocuk ve Yurtiçi filtrelerinden birini seçenler ise paket içeriği doğrultusunda sınırlı bir erişime sahip olacaklar. Ayrıca istedikleri takdirde, yine ücretsiz olarak  paket değişikliği yapabilecekler ya da hizmeti sonlandırabilecekler. Diğer yandan, sosyal paylaşım sitelerinde iddia edildiği gibi hiç bir suretle "kişisel internet kimliği" [teorik olarak mümkün olsa da] oluşturulmuyor. Daha açık bir ifadeyle her hangi bir fitre seçilmiş olsa bile kayıt tutulmuyor, sadece tehlikeli olarak belirlenmiş sitelere erişilmek istendiğinde sistem otomatik olarak erişimi engelliyor.

İşte hepsi bu. Yaklaşık bir haftadır, özellikle de sosyal paylaşım ağlarında gündemi işgal eden BTK'nın filtre uygulaması bundan ibaret. Ne yazık ki Türk toplumu olarak yine tepkimizi elimize yüzümüze bulaştırdık. Okumadan, anlamadan, dinlemeden, "internet kimliği ile fişleme hedefleniyor, tek örneği İran'da var, şeriat geliyor, Ortadoğu'ya dönüyoruz, özgürlük elden gidiyor" nidalarıyla  karşı çıkılan, eylemler yapılan, bildirilen yayınlanan olayın aslı bu. Şunu da belirtmekte fayda var ki, bu tip güvenlik çalışmaları, Avustralya ve İsviçre başta olmak üzere "güvenliğe ultra önem veren" pek çok ülkede yapılıyor. Ayrıca bugün Türkiye'de eşi görülmemiş olsa da, Facebook, Twitter, Bebo ve Black Planet gibi sosyal paylaşım devlerine erişim durdurulabiliyor. Örneğin ABD'de Twitter 2009 yılında, üç kez Ağustosta, iki kez de Ekimde olmak üzere toplam 5 defa; Facebook Ağustos 2009'da bir defa, Myspaces ise mayıs 2007'de ve Ağustos 2009 da olmak üzere 2 defa engellendi. Bunun yanında İngiltere Ocak 2009'da Twitter'a, Ocak 2010'da da Facebook'a erişimi durdurdu. Listeyi uzatmak da mümkün.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, erişim yasaklarının ve BTK açıklamalarının, 2000 dolayında gazetecinin muhtelif suçlardan ötürü ceza evinde tutulduğu ve kitap taslaklarının bile toplatıldığı "düşünce özgürlüğü açısından hassas bir döneme" denk gelmesi tepkinin büyüklüğünü anlaşılabilir kılabilir. Zira son zamanlarda "fikir özgürlüğü" konusunda sıklıkla yaşadığımız bu tür olaylar Türkiye Cumhuriyeti'ne sadece içeride değil uluslararası arenada da ciddi zararlar vermiştir. Ancak şu da bilinmelidir ki, ülkemizde henüz "yasak, engelleme, durdurma, sansür, keyif, alışkanlık ve güvenlik" kavramlarının net olarak anlaşılmadığı da açıktır. Ayrıca insanların konuşma gereği duydukları konularda yeterince bilgi ve birikim sahibi olmadıkları, olmayı da önemsemedikleri açıktır. Kısaca özetleyecek olursak "sağduyu açığımız" internetimizdeki güvenlik açıklarından daha büyük bir açık haline gelmiştir.

*Bu madde, işletmecilere internetin güvenli kullanımına yönelik ücretsiz alternatif hizmetler sunma zorunluluğu getirir.